Faruk Duman

10 Kasım 2019 Cevdet Kudret Ödül Töreni – Konuşma Metni 

 

Gençlikte, Savaş ve Barış’ı, sonra Karamazov Kardeşler’i arka arkaya okumuştum. Daha sonra onları yayına hazırladığım da oldu, bu nedenle, yaşım da artık ilerlediği için, bu romanlara farklı bir gözle bakabilmiştim. Aynı şekilde, ikişer kez okuduğum Sefiller, Don Kişot gibi büyük romanlar da uzun betimlemeler, sahne tasarımları ve yinelemelerle doludur. Yine de, bu romanlarda biz okurları asıl ilgilendiren şey, hikâyelerinin gücü yanında, anlatımın sürekliliğidir. Burada yazar, Flaubert’in dediği gibi, aynasını yol boyunca gezdirir, onu belki görmeyiz (Dostoyevski’nin “size anlatacağım hikâye…” diye başladığı, sonra da ortadan kaybolduğu sayfalar hariç) ama o tuhaf, geçişken perdenin arkasında olduğunu biliriz. Tolstoy aynayı yukarıya kaldırır, deyim yerindeyse havalanır ve Rusya’nın üzerinde gezmeye başlar. Böylece asla bitmesini istemeyeceğiniz bir anlatı oluşur; sahneler birbirini izler, karakterler betimlendikçe gerçeğe dönüşür; onları beklemeye başlarsınız. Nataşa’nın sayfalar sonra görünmesi beklenmeye, sabırsızlanmaya değecek bir şeydir. Aynı biçimde, Jan Valjean’ı başka bir kılıkta görmek için beklediğiniz sırada sayfalar akıp gider. Klasikler, romanın değişmez yasalarını bulmuştur. Öbür yasalar değişebilir. Ama onların buldukları değişmez.

Sus Barbatus!’u oluşturan bütün o hikâyeleri 2015 yılında Artvin’in köylerinde dinledim. 12 Eylül öncesinin ve hemen sonrasının korkunç olayları insanların belleğinde kimi değişerek kimi tüm canlılığıyla öyle iz bırakmıştı ki, çoğunu kısa notlarla kâğıda geçirmek bile bir öykü derlemesi için yeterli olacaktı. Ama Artvin’de, Ardahan’da ve bizim tanıdıklarımızın yaşadığı köylerde, arabayla, deyim yerindeyse yükselip alçalarak dolaşmaya başladığım sırada, aklıma yukarıda Tolstoy’un yazma biçimi hakkında söylediğim şey geldi. Şavşat’tan çıktığınız, Ardahan’a yaklaştığınız zaman, o yüksek tepelerden ovaya bakabilirsiniz, sonsuz bir ova, bir derinlik. Burada ben bir anlatı haritası gördüm, bu hikâyeleri, bir haritanın üzerinde gezinir gibi anlatmam gerektiğini düşündüm. Bir Bosch, bir Bruegel tablosu gibi, sonsuz bir kar ovasını anlatacaktım, ova her şeyin üstünde olacaktı ve ben de hikâyelere yaklaşıp uzaklaşacaktım. Ama bu kuşkusuz benim gençlik yıllarımdan başlayarak oluşturmaya çalıştığım dilin içinde yer alacaktı, böylece hem kendi yapıtımı kaleme alacak hem de klasiklerin yasalarına uymuş olacaktım.

Artvin, Ardahan köylerindeki aydınların -çoğu öğretmendi bu tanıdıklarımızın- hikâyelerini nasıl anlatacağımı düşünürken, Kars-Artvin arasındaki ormanlarda, yolumuzu kaybettiğimiz bir gece, yol üzerindeki bir konaklama sırasında Kenan’ın hikâyesini dinledim, bizim Anadolu’daki avcı rivayetlerinden biriydi; saf bir köylü, uyanık avcıların sözüne kanarak, irice bir domuzu öldürür ve bunu İstanbul’daki, Antalya’daki büyük otellerden birine satarak para kazanabileceğini düşünür. Ama işler istediği gibi gitmez. Burada, benim dikkatimi çeken, işin sonucundan çok, ölü bir domuzla bir köylünün alacağı yol olmuştu. Bildiğiniz gibi, Yaşar Kemal bunu çok anlatır; güçlük karşısında mitin oluşması, aslında bütün kör inançların bir kaynağı vardır, insanın çaresizliği, tabii korkuyla birlikte, baktığınız zaman çok öğretici olmuştur ve neredeyse bütün folklorun da kaynağıdır. Açıkçası, hikâye sanatının da kaynağıdır. Lanetli ve açıkça “pis” olmakla dışlanmış bir hayvanla bir köylünün birbirlerine mecbur kalmaları. Daha doğrusu, köylünün o lanetli hayvana mecbur kalması, bu düşünce o zaman beni öyle heyecanlandırmıştı ki, oturup defterimi elime aldığım, hava betimlemelerini yazmaya başladığım zaman bile Kenan’ın ortaya çıkacağı sahneyi dört gözle bekliyordum. Bir süre sonra, öbür karakterlerin ortaya bir bir çıkmasıyla birlikte, orman beni bütünüyle içine aldı, bir gece, yazı yazmak için gittiğim bir kulübede, yine dışarıda kar fırtınası vardı, bütün bir defteri nasıl doldurduğumu anımsamıyorum. Kenan’la Zeynep’i küçük evlerinin içinde bırakıp Aynur’un başına gelenleri anlatıyordum, dönüp onları yeniden göreceğim sayfalara ulaşmak için kendimle yarışıyordum adeta.

İyi bir hikâye, bize bir süreliğine bulunduğumuz ortamdan uzaklaşma şansı verir. Bence okurun yaşadığı bu okuma hazzının ilk örneği yazarın masasında ortaya çıkmalıdır, gerçi daha doğrusu benim ancak bu biçimde yazabildiğimi söylemeliyim. Kendi yazımın ilk okuruyum, ama alabildiğine özgür bir okur. Bu ne demektir, yazının sürprizlerine açık bir okur. Yazının yeniliklerini yadırgamayacak bir okur. Dahası, yazıdan bu yönde beklentisi olan bir okur. Ben bu duruma “refleks” diyorum. Bu sayede, yazdığım sırada karşıma çıkan tüm yeniliklere açık tutuyorum kendimi. 

Faruk Duman